TÜRKİYE YOLUN SONUNA GELDİ. YA HEP, YA HİÇ…

Paylaşmak İster misiniz?

Share on facebook
Facebook'ta Paylaş
Share on twitter
Twitter'da Paylaş

Yorum Yapabilirsiniz

Son

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“En az iki yüz yıl sonrası için plan yapmayan devlet adamı, devlet adamı değildir.” WİNSTON CHURCHİLL / İngiliz Devlet Adamı.

Bilindiği üzere 11 Ocak 2016 tarihinde 89 üniversiteden 1128 Akademisyen(!) Güneydoğu’da yaşanan hadiselere ilişkin bir bildiri yayımladılar. Bu bildiriye toplumun büyük bir kesimi tepki göstermekle birlikte, bildirinin ne anlama geldiğini çok az sayıda insan sorgulama becerisi gösterebildi. Gösterilen tepkilerin çoğu geçmişte yaşanan benzer hadiselerde olduğu gibi hamaset ve duygusallıktan öteye geçemedi.

Bu bildiri ne anlama geliyor?

Değerli dostlar; bana göre bu bildirinin ne anlama geldiğini doğru anlayabilmemiz için I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletlerinin Osmanlı İmparatorluğuna dayattıkları 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr (Sèvres) antlaşmasının 3.Bölümünde “KÜRDİSTAN” başlığı altında yer alan 62 -64. maddelerine bakmamız gerekiyor. İşte o maddeler:

BÖLÜM III.

KÜRDİSTAN

MADDE 62.  Fırat’ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde ve 27. Maddenin II/2. ve 3. fıkralarındaki tanıma uygun olarak saptanan Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu Antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde, İstanbul’da toplanan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan Hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir Komisyon hazırlayacaktır. Herhangi bir sorun üzerinde oybirliği oluşamazsa, bu sorun, Komisyon üyelerince, bağlı oldukları Hükümetlerine götürülecektir. Bu plân, Süryani-Geldaniler ile, bu bölgelerin içindeki öteki etnik ve dinsel azınlıkların korunmasına ilişkin tam güvenceler de kapsayacaktır; bu amaçla, İngiliz, Fransız, İtalyan, İran’lı ve Kürt temsilcilerden oluşan bir Komisyon incelemelerde bulunmak ve işbu Antlaşma uyarınca, Türkiye sınırının İran sınırı ile birleşmesi durumlarında, Türkiye sınırında yapılması gerekebilecek düzeltmeleri kararlaştırmak üzere bu yerleri ziyaret edecektir.

MADDE 63. Osmanlı Hükümeti, 62. Maddede öngörülen komisyonlardan birinin ya da ötekinin kararlarını, kendisine bildirildiğinden başlayarak üç ay içinde kabul etmeği ve yürürlüğe koymağı şimdiden yükümlenir.
MADDE 64. İşbu Antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, 62. Maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyine (şimdi adına Birleşmiş Milletler deniyor. M.Y.) başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye, bu öğütlemeye [tavsiyeye] uymağı ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeği, şimdiden yükümlenir. Bu vazgeçmenin ayrıntıları Başlıca Müttefik Devletlerle Türkiye arasında yapılacak özel bir sözleşmeye konu olacaktır. Bu vazgeçme gerçekleşirse ve gerçekleşeceği zaman, Kürdistan’ın şimdiye dek Musul İlinde [Vilâyetinde] kalmış kesiminde oturan Kürtlerin, bu bağımsız Kürt Devletine kendi istekleriyle katılmalarına, Başlıca Müttefik Devletlerce hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır.

Görüldüğü üzere anlaşma Kürdistan(!)’ın nasıl kurulacağını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Peki, bugün itibariyle durum nedir? Bunu anlamak için de 1991 yılında Doğu Bloku’nun çökmesi sonrasında dünyada yaşanan olayların, özellikle de Sovyetler Birliği’nin, Yugoslavya’nın, Çekoslovakya’nın, Irak’ın, Libya’nın, Tunus’un ve şimdi de Suriye’nin parçalanma ve dağılma süreçlerinin ve bilhassa BM ve NATO’nun bu süreçlerdeki rolünün çok dikkatli bir şekilde incelenmesi gerekiyor.

Ve yine 16/08/2011 tarihinde yazdığım bir yazıdan kısa bir bölümü dikkatlerinize arz ediyorum. İşte o bölüm:

“İşin sonunun nereye varacağını merak eden varsa hemen söyleyeyim. Ya devlet, adam gibi devlet olmaya karar verip kendisinden beklenen görevleri ve üstlendiği sorumlulukları yerine getirerek bu işi sonlandırır, ya da halk öfke patlamasıyla canına, malına, milli ve manevi değerlerine saldıranlara karşı kendisini müdafaa etmeye kalkışır ki, Allah korusun bu iç savaşın başlaması ve Türkiye’nin felakete sürüklenmesi demektir.
PKK’nın, O’nun siyasi sözcüsü BDP’nin (şimdi HDP) ve bunları destekleyen iç-dış mihrakların planları şunlardır:
1)  Yeni Anayasaya “demokratik özerklik, federasyon” veya “ana dil, ikinci resmi dil” kavramlarını sokuşturarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üniter yapısını ortadan kaldırıp, Türkiye’yi eski Yugoslavya ve Çekoslovakya benzeri bir ülke haline getirmek.
2)  Kürt kardeşlerimizi baskı ve korkuyla devlete karşı topluca ayaklandırdıktan sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1966 yılında kabul edip 1976’da yürürlüğe soktuğu, Türkiye’yi yönetenler tarafından alelacele 2000 yılında imzalanıp 4 Haziran 2003 yılında TBMM’de onaylanan, “İkiz Yasalar” olarak ta adlandırılan “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi” ile “Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinin” 1. ve 2. maddelerinde yer alan “Self Determinasyon” (halkların kendi kaderlerini belirlemesi) hakkını gerekçe göstererek BM, ABD, AB ve İsrail korumasında önce halk oylaması yoluyla bağımsızlık ilan edip ardından Irak’ın kuzeyinde oluşan kukla devlete ilhak olmak.
3)  PKK, bir İsrail, ABD ve AB projesidir. Uzun vadede bu kukla Kürt devleti ile bölgenin yalnız ülkesi İsrail’i birleştirerek, İsrail’in “arz-ı mev’ud” hayalini gerçekleştirmek.
Şüphesiz ki bu söylediklerimiz kafalarını birtakım mercilere kiralamış, dünyaya, hayata ve olaylara at gözlüğüyle bakmaya alışmış olanlar tarafından “paranoya ve komplo teorisi” olarak nitelendirilecektir. Böyle düşünenler zahmet edip Osmanlı’nın son yüzyılını ve Türkiye’nin son otuz yılını değişik kaynaklardan araştırırlarsa gerçekleri net olarak görebilirler.
Tarihten ibret almayan aptallar için tarih hep tekerrür etmiştir ve etmeye de devam edecektir. Eğer tarihimizden gereken dersi alıp aymazlıklarımıza son vermezsek, tarihin mezarlığına gömme başarısını gösterdiğimiz 15 büyük Türk devleti gibi, Allah korusun Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de elbirliğiyle mezarını kazarız.”

 

Ve şimdi de 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen ve 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe giren “Soykırım Suçunun önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme” nin 2. maddesini hep birlikte okuyalım.

 

“Madde 2- Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

  1. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
    b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
    c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
    d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
    e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;

 

Gelin son olarak 1128 akademisyenin imzalayıp yayımladığı “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı metni birlikte okuyalım.(Özellikle ilk üç paragrafa dikkat!) İşte o metin:

 

BU SUÇA ORTAK OLMAYACAĞIZ! EM Ê NEBİN HEVPARÊN VÎ SÛCÎ!

Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!

Türkiye Cumhuriyeti; vatandaşlarını Sur’da, Silvan’da, Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de ve daha pek çok yerde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.

Bu kasıtlı ve planlı kıyım Türkiye’nin kendi hukukunun ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir.

Devletin başta Kürt halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.

Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz. Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz.

Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.”

Evet, sanırım artık her şey çok net bir şekilde anlaşılmıştır. Bu bildiri, 1978 yılından bu yana devam eden PKK ihanetinin değirmenine su taşıyan, ABD ve AB’nin açık veya örtülü bir şekilde STK adı verilen içimizdeki truva atları aracılığıyla devşirip beslediği sivil görünümlü haymatlosların Türkiye’nin sırtına sapladıkları en son hançerdir ve yazıda göstermeye çalıştığımız büyük resmin mütemmim bir cüzüdür. Bunun bir adım sonrası, ABD, AB, İsrail gibi emperyalist güçlerin maşası olmaktan başka bir anlam ifade etmeyen BM, NATO gibi uluslararası kurumların ve örgütlerin Türkiye’ye müdahalesidir. Zaten bildirinin amacı da, ilk üç paragrafta açıkça ifade edildiği üzere “Türkiye’nin bir bölgesinde, bir etnik gruba karşı soykırım yapıldığı” algısını yaratarak bu müdahalenin bir an önce gerçekleşmesinin önünü açmaktır.

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra halen daha “böyle şey olmaz, bu bir komplo teorisi” diyenlere 1974 Kıbrıs harekâtından sonra Türkiye’ye uygulanan ambargo hadisesini, 1991 yılında 1. Körfez harbi sonrasında topraklarımıza konuşlandırılan Çekiç Güç’ün ihanetlerini ve 2003 yılında Irak’ın Süleymaniye kentinde görev yapan askerlerimizin kafasına çuval geçirilmesi hadisesini bir kere daha incelemelerini ve düşünmelerini tavsiye ederim.

Evet, tekrar yazımıza başlık olarak seçtiğimiz cümleye dönersek, Türkiye yaklaşık 32 yıldan beri devam eden ve kırk binden fazla insanın canına, trilyon dolara yaklaşan maddi kayba neden olan PKK teröründe yolun sonuna gelmiştir. Ya hep, Ya hiç…

Mehmet YAKUT, 15/01/2016 CUMARTESİ

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önce LİYAKAT, sonra HAK..!

GİRİŞ YAP