BAŞIMIZ SAĞ OLSUN…

Murat-Karataş1Kendi yanlışlarımızı meşrulaştırdığımız günden bu yana milletçe yaşadığımız hiçbir felaketten gereken dersi çıkaramıyor, bedellerini ödetecek birilerini bulmakta ya da sözüm ona kendimizi maharetle sorumlulukların dışında tutmakta zorluk çekmiyoruz. Kolaycılık ruhlarımızı esir almış. Adım atmayı zaten sevmiyoruz. Atılan adımları anlamlandırmaktan da hiç haz etmiyoruz. Söylemeye değil söylenmeye ayarlı konuşmalarımız.  Ne hata yapıyoruz ne de yaptıklarımızın sorumluluğunu taşıyoruz. Geçtiğimiz hüzün günlerinde tedbiri konuşuyorduk arkadaşlarımızla. Kazayı konuşuyorduk. Tedbir almak kader-kaza arasındaki ilişkinin gerçekleşmesini önlemez. Ama tedbirsiz davrananlara gereken cezai yaptırımı uygulamazsanız, meşru kıldığı hikâyesini pervasızca sahneleyen nice insan müsveddesinin seyircisi olursunuz. Diğer taraftan sormakta gerekir kendimize bakalım biz nasıl çalışıyoruz, nasıl yaşıyoruz diye. İşlerimizi ne şekilde tamamlıyoruz. Sosyal hayatta nelere dikkat ediyoruz. Hangi konularda tutarlı, kurallı ve belirlenmiş çözüm yollarını kullanıyoruz. Cevaplarımızın eksikliği neticesinde gördüklerimizin, yaşadıklarımızın sorumlularını tespit etmemizin çok daha kolay ve anlaşılır olacağını düşünüyoruz. Bu açıdan kucağına yavrusunu alarak arabasının direksiyon koltuğuna oturan ve trafikte seyretmeyi manalı bulan akıl yoksunlarının yaptıkları da işyerlerinde ahlak tutulmasına düşen ve kendi iradesi dışındakileri dışlamayı maharet bilen adalet fukarası yöneticilerin yaptıkları aynı gaflet, Soma’da maden ocağında yaşadığımız ve yakın gelecekte daha iyi göreceğimiz fotoğraf aynı dalalet, aynı ihanet. Sadakatten yoksun, liyakatten yoksun, basiretten yoksun zihniyet ve tuzağına düşürdüğü büsbütün bir millet. Sosyal yükümlülüklerini kesin bir dille yerine getirdiği iddiasındakilerin (ki onların söylediklerinin mutlaka takipçisi olunmalıdır) sosyal duyarlılıkları kati bir şekilde yoktur ve bunun neticesinde nice gönüllere ağıt düşmüştür. Sadece bu bile bedel ödemeleri için kâfi olmalıdır.

Hadi şimdi birkaç dakikamızı ayırarak kendi aynalarımızın ekranına da bakalım. Saçımızı sakalımızı sıvazlamak için, güzel yüzümüzü görmek için ya da gözlerimizin mahmurluğunu silmek için değil. Ama geçelim sevimli aynalarımızın karşısına. Oradan uzanalım gönül dünyalarımıza. Kanatalım, kabuk bağlamış, nasırlaşmış, hissizleşmiş, sıradanlaşmış ve benliğimizin esiri olmuş vicdanlarımızı. Milletçe ağlamak ve milletçe yaşamak üzerine kanatalım. Bir ve biz olmanın, bir kilimin deseni olmanın gereğini hissedemeyen sol yanımızı kanatalım. Ne olur karanlıklara küfretmeden önce mum yakalım. Küflenmiş olan toprağımızın üzerini sıyırıp içimizde saklı olanı gür seda ile haykıralım. Bugün için önemli de değil belki ama yarınlar için hayati olarak görüyor, onurlu bir gelecek bırakmak için çabalamak gerektiğini düşünüyorum. Bunun için felaketler kollamadan, yaralar yürekleri dağlamadan hareketlenmeli. Nerde ne yapıyorsak hayata dair yapalım ama sonuna kadar gereğini yapalım.

Yukarıdaki izah edişlerimizin ışığında emek mücadelesinin adresi hüviyetindeki sendikaların Soma’daki elim kaza neticesinde çöktüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. İliklerine kadar siyasete bulaşmış, rant kapılarının temizleyicileri rolünü üstlenmiş olan sendikalar Türkiye’de emek mücadelesi verenlerin fiziksel ve duygusal mağduriyetlerini önleyebilmek için fetret döneminden çıkmak zorundadır. İçimiz yanarken duygulardan bağımsız cümle kuramayız. Ancak her sivil toplum kuruluşu söylemediği sözler için de sorumlu, bugüne kadar ortaya koyamadıklarından dolayı da mesuldür. Çıkar hesaplarına kurban edilmiş olan sendikalar, başarı karinesini kağıt üye avcılığına dikmiş olan sendikalar, gücünü çalışanlara karşı kullanmayı, tehdit etmeyi, baskı kurmayı alışkanlık haline getirmiş olan sendikalar tarih önünde hesap verecek, bu acılardan alınmayan her bir dersin bedelini hataları nispetinde ödeyeceklerdir.

BAŞIMIZ SAĞ OLSUN.  

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önce LİYAKAT, sonra HAK..!

GİRİŞ YAP